BEFORE THE RAIN

BEFORE THE RAIN
(YAĞMURDAN ÖNCE)

“Kuşlar çığlık atarak siyah gökyüzünde uçuyorlar.
İnsanlar sessiz,
Beklemek kanıma acı veriyor.”
Mesa Selimovic

Senarist-Yönetmen Milcho Manchevski’ nin 1994 yılında yaptığı film kendisinin ilk uzun metrajlı çalışmasıdır. Manchevski, Southern İllinois University’de okumuş, daha sonra MTV için video klipler yapmıştır. Şimdi New York’ta yaşıyor. Film, yeni bağımsızlığına kavuşan Makedonya’nın da ilk filmidir. Müzikleri, Makedonyalı sanatçı Anastasia tarafından yapılmıştır. 1994’ de Altın Aslan, Fipresci, CinemAvvenire, Sao Paulo İzleyici, Stockholm En İyi İlk Film, 1996’ da İsveç Guldbagge : En İyi Yabacı Film ödüllerini almıştır. Gelmiş geçmiş en iyi ilk filmlerden biridir. İlk filminin bu kadar iyi olması yönetmen olarak baskı hissetmesine neden olduğunu söyleyen Manchevski, kendisinden doğu Avrupa filmleri beklenmesinden şikayetçidir. “‘Dışarıdakilerin’ yabancı bir kültürü kabullenmek, tecrübe etmek ya da öğrenmek yerine; bir sanatçı tarafından anlatılan kültürel bir hikayesini görmeyi tercih etmeleri. Başka bir deyişle; festivaller, batılı prodüktörler ve eleştirmenler, üçüncü dünya yönetmenlerinden (buna balkanlar da dahil) belirli bir egzotik portre anlatmalarını istiyorlar” , diyor. Yönetmen, söyleşilerde, filmde kullandığı değişik uslupla, bir karakterin yaşamaması gerektiği sırada canlı olması, olmaması gereken olayların meydana gelmesi paradoksuyla, zaman tarafından hapsedilmediğimiz, bu kısır döngüyü kırıp kaçacak bir fırsatı bulabileceğimizi iletmek istediğini ifade ediyor.
Müslüman Arnavutlarla, Ortodoks Makedonların arasında süregelen savaşların, yüzyıllarca birlikte yaşamış bu toplumları nasıl değiştirdiğine genç keşiş Kiril ve Zamira’nın aşklarının aracılığıyla tanık oluyoruz. Yılların şiddetini, birbirlerinin dillerine yabancılaşarak, çocuklarına ödeten iki toplum için de “barış bir zorunluluk değil, ayrıcalıktır”.

Kronolojik sırayı izlemeyerek, nedensellik zincirini bozan film, Sözcükler, Yüzler ve Resimler adlı, konuları ve karakterleri birbirine geçmiş üç bölümden oluşmaktadır. “Zaman sonsuzdur, çember yuvarlak değildir.”, diyerek izlediğiniz filmin öyle sıradan bir film olmadığını arada bir hatırlatır. Zaman ve mekanlar öyle iç içe bir girdabın içinde bulursunuz ki, bir kez daha izlemezsem olmayacak diyebilirsiniz. Anlamak için filmin 1-2-3 şeklindeki sıralamasını 2-3-1 olarak düşünmeniz yardımcı olacaktır. Ancak, tam anlıyorum derken yönetmen bir ilizyon gerçekleştirir ve size kızın ölümünün fotoğraflarını gösterir. Bu fotoğrafları gördüğümüz an, zaman ve mekanın kırıldığı ve sonsuz işareti gibi düşünürsek, çembersel zamanın iki anın da birbirine teğet geçtiği bir Morbius sarmalında olduğumuzu yüzümüze çarpar. Bu fotoğrafların nasıl Londra’ya gittiğini anlamak için de 1’deki (words) cenaze töreninin aslında Alex’in cenazesi olduğunu, bir çocuğun -muhtemelen Alex’in fotograf makinesini çalarak, birinin silahını çalıp elinde oynayan çocuk gibi- tek karede gördüğümüz fotoğraf çekmesini, ve ilk önce anlayamadığımız törenin uzağındaki “oh my god!” diyen bakımlı hanımın da Anne olduğunu fark etmemiz gerekiyor. Bence filmin ikinci en önemli sahnesi de bu tören. Üç bölümdeki bütün kahramanların bir arada olduğu (Alex ortada ölü olarak) kilit bir sahnedir.

Film, Makedonya’ nın dağlık arazilerinde bir manastırda yaşayan Kril’in domates bahçesinde çalışırkenki gülümsemesiyle başlar. Gökyüzüne bakar. Yağmur yağacaktır. Ortodoks keşişi Kiril’i almaya gelmiştir. Ardından Kiril’i, manastırda törende İsa resimlerine gülümseyerek bakarken görürüz. Sessizlik yemini eden bu genç için burası bir cennettir. Gece olur ve bütün keşişler odalarına çekilirler. Kiril, yatağında başkasının yattığını fark ederek irkilir. Keşişine durumu anlatması gerekmektedir. Ancak, çaresizliğinin farkına vararak, onu saklar. Sonra bir cenazeye tanık oluruz. İki mezar ve iki ölü.

Klaşnikov silahı hiç de normal bir ölüm olmadığını anlatmaktadır. Bu talihsizin, düşmanları tarafından kıstırılmış, etnik nefretin kurbanı olduğunu öğreniriz. Aynı ülkede ve onca yakın köylerde yaşamalarına rağmen birbirlerinin dillerinden anlamazlar. Kiril, buna rağmen, onu korur ve saklar. Sonunda, kızın kokusunu alan çapulcu takımı manastırı basar. Manasırda Bosna’ dan kaçan mülteciler kalmaktadır. Milis lideri Mitri, “göze göz dişe diş”, der. Keşiş öbür yanağını çevirmesi gerektiğini dedikten sonra Mitri, bunun beş yüzyıllık bir kan davası olduğunu söyleyerek, Osmanlı yadigarı Boşnakların hınç dolu Sırpların elindeki alın yazılarını da belirtmiş oluyorlar. Milisler keşişlerden aramak için izin isterler. Kardeşlerinin intikamı alınmalıdır. Kiril ve Zamira, keşişlerin göz yummasıyla, birlikte kaçarlar. Kiril, kıza Londra’daki amcasına gideceklerini söyleyerek sessizlik yeminini bozar. Alex, yani amcası Londra’ da ünlü bir fotoğrafçıdır. Kız dediklerini anlamaz. Cenazedekilerden birinin Alex olduğunu anlarız. Alex’ de kendi akrabalarından kızı korumak için kendi canını ortaya atmıştır. Ama, kaçamazlar. Kızı kendi akrabaları bulur. Kızın çobanı öldürmesinden dolayı akrabaları kızmıştır. Kural göze göz, dişe diştir. Dedesi bir savaş başlatacağını söyler. Kiril’i kovar, gitmesini söyler. Kız da onun kendisini koruduğunu onu sevdiğini söyler. Peşinden koşar, akrabası sinirlenir ve koşarken Zamira’yı vurur.

Filmin ikinci bölümü Yüzler, Londra’ da geçmektedir. Fotoğraflarla savaşın şiddetini gözler önüne serer. Fotoğraflardaki kurbanın üzerindeki Puma eşortmanla, saldırganın üzerindeki Adidas tişört, aslında savaşı kimin kazandığını gözler önüne seren ayrıntılardır. Anne (Katrin Cartlidge) , bir fotoğraf firmasında Alex’le birlikte çalışmaktadır. Aleksander Kirkov (Rade Serbedzija), geçen ay Pulitzer ödülü almıştır. Bosna’dan yeni dönmüştür. Ancak, istifa etmiştir ve Makedonya’daki köyüne Anne’yle birlikte geri dönmek istemektedir. “Romanya, El Salvador, Azerbaycan, Belfast, Angola, Bosna. Barış bir istisnadır, kural değil.”, der. Anne, onunla birlikte Makedonya’ ya dönmek istemez. Sonra Anne’yi çalışma masasında Zamira’nın ölüsünü ve Kiril’Ii gösteren fotoğraflarla görürüz. Bir telefon gelir. Biri Aleksandra’yı aramaktadır. Aleksander, az önce çıkmıştır. Arayan, Kiril’dir. Ardından bir duvar yazısı gözümüze çarpar: “Zaman asla ölmez. Çember yuvarlak değildir. “

İngiliz fotoğraf Redaktörü Anne ve geçinemediği kocası bir restoranda problemlerini tartışırlar, zamana gereksinimleri olduklarını düşünürlerken, bir müşteri ve garson arasında yabancı bir dilde -belki makedonca, film belirtmez- bir tartışma başlar. Memleketteki savaşın bir uzantısı Londra’ da da sürüyor gibidir. müşteri bir ara ayrılır ama geri döndüğünde silahı ile etrafı kan gölü haline getirir. Bu arada, bu sahnede ölenler arasında koca da vardır. Hamile eşi ile barışmak için ihtiyacı olduğu zaman tükenmiştir.

Filmin üçüncü bölümü Fotoğraflar da Makedonya’da geçmektedir. Önce şehrin bize benzeyen yanlarını görmekteyiz: Camiler, kiliseler, bir trafik karmaşası. Sonra bir UN tankı buranın İstanbul ya da bir başka şehir olmadığını hatırlatır. Fotoğrafçının döndüğü memleketinde de hıristiyanlarla müslümanlar birbirini yemektedir. Makedonya, yanıbaşındaki savaşın bir benzerine gebedir. Bir asker otobüste onu uyarır. Geldiği yerin farkında olup olmadığını sorar. Aleksander, başka yerlerde ustalıkla başından savabildiği çapraz ateşin tam içine fena düşmüştür. Çocukluk arkadaşları artık birbirlerine düşman olmuşlardır. İnsanlar her yerde bir nefret kısır döngüsünün içindedirler. Onu köyde bir çocuk karşılar. Elinde silah vardır. Mitri’nin yeğenidir. Elinden silahı alır. Eski evine girer. Artık yıkık döküktür. Akrabaları ona bşr hoşgeldin kutlaması hazırlarlar. Alex, Kuzen Hana’yı sorar. “O artık bizden biri değil. Bir Arnavut.”, cevabını alır. Bir duldur artık, bir kızı vardır Hana’nın. Ağılın oralarda dolaşıyor demesiyle, bu kızın Zamira olduğunu anlarız. Onu görmeye gider, babasına ve ona hediyeler getirir. Ortam artık değişmiştir. On altı yıldır görmediği okul arkadaşı artık tesettur içindedir. Daha sonra Aleksander’ı çobanla birlikte görürüz burada Hana’yı görmeye gideceğini söyler. Oysa, gitmiştir. Zamansal olarak kurgu biraz ters akıyordur. Londra’ daki sevgilisi Anne’ye email yazar. Burada bir itirafta bulunur. Bosna’da bir milisle dost olmuştur. Heyecan verici birşeyin olmadığını söyler ve sıradan bir mahkumu çıkararak onu vurur. Fotoğrafını çekerek artık taraf olur. Kamerası bir kişinin ölümüne sebep olmuştur. Ne kadar uzak görünürse görünsün suça ortaktır. Bu fotoğrafları kimseye göstermez, onları sadece Anne’ye gönderir. Neden istifa edip de köyüne yerleştiğini buradan çıkarabiliriz. Kamerasının daha fazla insanın ölümüne yol açmasını istemez. Uyandığında köyün ninelerinin ağlamalarını duyar. Köyün çobanı Bojan yatağında öldürülmüştür. Köyün erkekleri ellerinde silahlarla ahıla gideceklerini söylerler. İntikam zamanıdır. Alex’e alması için silah uzatırlar. Alex, redder. Yardım, Birleşmiş Milletler ise sadece ölüleri gömmeye gelir. Yaşadıkları bir tımarhanedir. Burada aslında UN’ un ne kadar da vitrinsel bir unsur olduğunu görmekteyiz. Televizyonlardan bize gösterilen sadece onlardır. Yardım ulaşmıştır. Ancak, kan döküldükten sonra ölüleri toplamaya gelen bir Birleşmiş Milletler. Gece, Hana Alex’in yanına yardım istemeye gelir. Sadece seyirci olmamalıdır. Ağıla girer. Kızı yakalamışlardır. Onu kurtarmak ister ve dışarı çıkarır. Durması gerektiğini söylerler aksi halde ateş edeceklerdir. Umursamaz, uyarı ateşinde Alex vurulur. Kıza kaçmasını söyler. Burada kızın kaçmasıyla film başına bağlanır. Zira kaçtığı yer manastırdır. Alex’in göğsüne iki kurşun girmiştir.
Göğsünün her bir iki yanındaki kurşun birbirlerinden artık ayrılmış olan iki köyü sembolize eder. Aynı bedendedirler. Ama ikisi de kanamaktadır. Ayrıca, kızı ve Alex’inin her ikisini de kendi akrabaları vurmuştur. Filmin bir ironisi de budur. Tehdidi dışarıda biliriz.
Ama, kendimize zarar veririz. Artık, yağmur yağacaktır. Zaman gelmiştir. Filmin başındaki keşişin sözü burada kulaklarımıza gelir: “Sinekler ısırıyor, yağmur yağacak. Orada yağmaya başladı bile”.

 

Bu sözle filmin en başından sonuna, yönetmen bir bağlama oturturur. Filmdeki en ufak ayrıntı, söz, resim, sahne birbiri ile ilişkilidir. Yönetmenin başarısı, bu kadar karışık bir kurguyu hazırlayıp yönetmesidir. Tarkovski, Bergman gibi büyük yönetmenlerin izlediği `kendi senaryomu ancak ben çekebilirim` anlayışını Manchevski de benimsemiştir. Filmin atmosferini yakalaması açısından Anastasia’nın müziklerinin rolu önemlidir. Filmin karakterleriyle ve bulunduğu yere göre müzik de değişmektedir. Örneğin, köyün delisinin dinlediği rap ile Londra’da genç bir kızın dinlediği müziğin aynı olması yönetmenin bir şakası gibidir. Sözün bittiği yerde müzik tarafından yönetmenin anlattıklarını duyarız.
Filmin başarısı, sahip olduğu savaş karşıtı söylemi, didaktik olmadan estetize ederek vermesidir. Genelde olduğu üzere şiddeti estetize ederek savaş karşıtı olmaya çalışan filmlerden ayrılarak, sevgiyi estetize ederek nefreti eleştirmesidir. Savaşın kaynağı, nefret tohumlarıdır. Yüzyılların acısını çocuklarına yaşatan da bu nefret tohumlarıdır. Elias Cannetti’nin belirtiği gibi (Kitle ve İktidar) gündelik hayat içerisinde yavaş yavaş birikerek oluşan nefretin kaynağı da toplumlarda birikmiş sızıdır. Bu sızı elbet bir gün taşınmayacak hale gelir ve bir kıvılcımla savaşı başlatır. Başını kuma gömenlere göre, hiç bir sorun yoktur geçmişte ve savaş birdenbire başlamıştır. Aslında öyle midir? Bu sızıyı yaratan birçok unsur bulunmaktadır. Ama belkide en önemlisi ayrımcılıktır. Dinsel, cinsiyetçi, ırkçı gibi birçok ayrımcılık nedenleri bulunmaktadır. Filmde gördüğümüz, dedenin Zamira’ya söylediği şu sözlerdeki zihniyet çok açıktır: “ Bugüne kadar sana asla vurmadım. Seni eve kitledim. Saçını kestim. Traş mı etseydim? Ha?” Daha önce vurmadığını söyleyerek buna hakkı olduğunu belirtmiş oluyor. Konuşan karşısındakine karşı üsttedir. Sahip olduğu bu hakkı ise kendi yaratmış olduğu kimlikten almıştır. Korumanın bu uç halinde, seni sevdiğim için sana işkence ediyorum gibi absürt bir anlam ortaya çıkar. Günümüzde hala bu zihniyeti töre cinayetleri altında görmekteyiz. Filmde de Zamira’yı vurarak kirlenen namuslarını temizler dayısı. Peki bu hale getiren nedir? Sevdiğini korumaysa sevdikleri kızları olmasa gerek. Diğer yandan hoşgeldin kutlamasında, Hana’dan bahsederek “ o artık bizden biri değil. Bir Arnavut.”, denir. Buradaki ötekileştirme yapısının yeni bir şey olduğunu anlamaktayız. Bu “biz ve onlar” ayrımıdır. Zygmunt Bauman’ın belirttiği gibi (Sosyolojik Düşünmek) “Böyle bir grup yoksa bile, kendi sınırlarını çizmek ve korumak için, kendi içinde sadakati ve işbirliğini temin etmek için bir düşman varsayması gereken grubun tutarlılığı ve bütünlüğü aşkına icat edilecektir.” Sanki bir yerde kendimi evimdeymiş gibi güvende hissetmem için yabanıllığın saldığı korkuya ihtiyaç duyarım. İçerinin gerçek değerini gerçek anlamda vermek için bir dışarı olmalıdır. İcat edilen bu ilişki geçmişte olmayan bir kimliğin yaratılmasıyla olağan hale gelir. Eski dost düşman olur.

Yönetmenin kendi yaratımında hiçbir şey tesadüfi değildir. Ancak, yarattığı şey bu dünyadan kopuk, birşey de değildir. Yanı başımızda yıllardır savaşan insanların neleri kaybettiklerini göstermesi ve dışarıdaki dünyaya da neleri kaybedebileceklerini göstermesi açısından sihirli bir aynadır.

Yorum bırakın